Zahit Atam'a linç kampanyası!

VEHABER ÖZEL- Zahit Atam'a yazdığı bir yazı nedeniyle sosyal medya üzerinden hızla büyüyen bir linç kampanyası başladı. Erdal Ergüler konuyla ilgili Zahit Atam'la röportaj gerçekleştirdi.
Zahit Atam'a linç kampanyası!
2020-08-11 06:40:55   Güncelleme: 2020-09-03 11:37:56    

Şahsınıza sosyal medya üzerinden hızla gelişen bir linç kampanyası başladı. Süreç nasıl gelişti ve neden bu noktaya geldi?

 

Aslında ortada tartışma falan yok, işin özü bu Doğrucu Davut’la Faust’un arasında geçen bir şey. Yükselmek için her şey mubah mı, yoksa ne olursa olsun bildiğini söyleyen ve vicdanını dinleyen insan mı? Bu kadar net taraflar, bir tarafta yaptıkları işi ne kadar sıradan olursa olsun cilalamayı ve pazarlamayı hayata karşı en akıllıca iş olarak belleyenler, bir tarafta dünyayı anlamak ve gerçekleri söylemek için kendini adamış bir insan. Sürecin patlaması çok net: Antalya’da Mavi Dalga yarışıyordu, gözlerimin önünde sanat katlediliyordu ve yaptıklarını inanılmaz bir eser yaratmış gibi pazarlayan insanlar gördüm, ben de masumca ve sakince filmi seyrettim, ortadaki eşitsizliğin nedenleri üzerine düşündüm. Dahası diğer insanların yaptıkları işin niteliğiyle çıkardıkları gürültü arasındaki eşitsizliğin izlerini sürdüm ve fikirlerimi yazdım. Gerisi çok komik gerçekten, ben yazımı Cuma öğlen gönderdim, Cumartesi sabah çıktı, arkadaşlar daha İstanbul’a gelmeyi bekleyemeden uçakta nasıl sistematik bir sosyal medya yaygarası koparalım diye 8000 metre yükseklikte planlar yapmışlar. Organize bir hareket, tam bir kirli ittifak. Herkesin kendine göre bir tehdidi var, ama acı olan şu, Faust en azından dünyayı anlayabilecek ve ona karşı bir şeyler yaratma derdinde olan birisiydi, ama bu ittifakta yer alanların yaptıklarına bakıldığında cynic bir tavır çıkıyor. (Cynic: insanların onurlu ve bencil-olmayan nedenlerden ziyade, saf anlamıyla kişisel çıkarları ile harekete geçtiğine inanan insandır.) Nedeni de arkadaşların tartışmaktan kaçınması, işin ucunda deşifre olmak ve elbette kendilerini savunacak durumda olmamaları, tutturmuşlar yazıdan iki 'sıfat', onların yanlışlığını bile tartışmıyorlar, ama insanlar orada denilenlerin ne olduğunu anlıyor, hatta ben iddia ediyorum ki kendileri de anlıyor.

 

Birgün’de yazmaya devam ediyor musunuz? Size karşı doğan tepkiler çalıştığınız platformlara nasıl yansıdı?

 

Orası komik oldu, ne zaman bir kitabım çıksa hiç beklenmedik bir yerden dolayı gerilim çıkıyor. Onun için geçelim bunu.

 

Yazını yalanlayan yok, olanı yazmanızdan rahatsız olunmuş, Türkiye'de eleştiri nasıl algılanıyor?

 

İşin komik tarafı da bu zaten, ben kitaplarımda ve makalelerimde bu tartışmaların somutlanma biçimlerini ve tartışmaların arka planlarında yatan acı gerçekleri yıllardır akademik formatta anlatıyordum, ama yine de bu kadar kirli bir polemiğe ve saldırıya hiç rastlamamıştım. En çok bana Aybar’ın Zincirli Hürriyet deyimini ve Tan matbaası baskını için kamuoyu oluşturulma biçimlerini hatırlattı.

 

Altyazı dergisi veya Mithat Alam çevresi diyebileceğimiz bir festival gruplaşması var, ne düşünüyorsunuz?

 

Altyazı gerçek anlamda bir sinema dergisi değil, o belli açılardan şirketin halkla ilişkiler ayağı gibi bir şey, daha çok da derginin satışlarından ve savunduğu görüşlerin yayılmasından değil, genel anlamda ihale alarak yaşayan müteahhitler gibi çalışan ve niteliğinden değil, kurumsal anlaşmalardan gelen gelirlerle yaşayan bir şey. Şimdi sorsanız Altyazı Türkiye Sineması, Hollywood’un Egemenliği, Avrupa Sanat Sineması, Bireysel Yaratıcılık, Sinema Kuramları açısından ne düşünüyor, zerre kadar bir şey söyleyemezler, ne görüşleri vardır ne de savundukları sistematik bir fikir. Zaten kurucusu hayatında ne kendi fikirlerine dayanan bir seminer vermiştir, ne de önemli tek bir makale yazmıştır. Proje dergisiydi ve koz olarak düşünülen bir şeydi. Hiçbir zaman fikir ve estetik dergisi olmayı düşünmedi, sanat felsefesi ise 'büyük laflar etmek' ve geçerken geçiştirmek için varolan bir şey onlar için, festivaller ise geçim kaynakları, grup olmanın ihale almakta ne kadar faydalı olduğunu Türkiye bize öğretmedi mi? Niye son yıllarda bu kadar çok ihale yasası çıkıyor ki?

 

Sinema yazarları, pr işi de yapıyor, yönetmenlik de, senaristlik de, hatta yapımcılık yapan bile var, objektif olmak adına bu normal mi?

 

SİYAD içinde bu tartışıldı, genel olarak yazar yazı çerçevesinde işler yapabilir, diğer işleri yapanlar centilmen biçimde dernekten ayrılması gerekiyor, çünkü mesleki kurallara karşı bir şey bu, senaryo da yazı içinde sayılıyor, diğer işler mesleki olarak uyuşmuyor. PR meselesine gelince şunu söyleyeyim, bunun en güzel örneği ColaTurka idi, mükemmel reklam yaptılar, ama mamul buna yanıt verecek bir şey değilse söylenilen şeylerin çoğu abes kaçar. Zaten bu tartışmanın da özünde bu var. Bir de şunu söyleyeyim, bence sinema yazarı olmak dergilerde ya da gazetelerde yazmak değil, yazar olmak için kitap yazmak gerekir, bir estetik akıma dahil olmak gerekir, bir düşünce okuluna ait olmayı gerektirir, tutarlı bir dünya görüşüne dayanmak gerekir… Faust ise tutarlılığı değil, her yerdeki yarıklara gözünü dikmek durumundadır. Bence önemli olan bu, gerçekten yazar olanlarla güncel medya ürünleri verenler arasında mesafe olmalı.

 

Sanat filmleri hep özenti, hep esinlenme, hep tekrar, gişe filmleri de vasat ötesi, kurtuluşun reçetesi ne?

 

Türkiye’de esinlenme artık apartma boyutlarına ulaşmış durumda, yoksa etkilenme meselesinde 'etkilenmemek' mümkün değildir, ama ben gerçekten özgün olan eserlerin olduğunu ve bunların ise daha çok arka planda kaldığını düşünüyorum, şimdi artık festivallerde de bunun izleri var, asıl sorun bundan kaynaklanıyor. Gişe filmlerine gelince, ben onları çok doğurgan olarak görüyorum, çünkü onlara verilen tepkilerden toplumu anlamak için çok değerli veriler türettiklerine inanıyorum. Mesela Celal ile Ceren filminden benim anladığım sosyal medya kullanılarak sistemli bir çalışma ile nasıl yalan üretilir? Cem Yılmaz’ın filmlerinden Türkiye’de Özalcı dönemdeki uyanıklığın bir kurtuluş reçetesi olarak sunulduğu dönemin çok güçlü izlerini görüyorum, onları toplumun büyük oranda 'bilinçdışını' görmekteyim. Sanat filmlerinin ise toplumun aydının travmatik karakterini ve halkına inanmayışını güçlü bir eğilim halinde gösteren eserler olduğunu düşünüyorum. Sosyoloji ve psikoloji insanın yarattığı her eseri anlamakta ne kadar kritik olduğunu savunanlardanım. Ayrıca kurtuluşa gelince, millet sokaklarda bağırıyor zaten, Kurtuluş Yok Tek Başına Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz. Bunun bu tartışmayla ilgisine gelince, Faustlar asla toplumsal kurtuluşa inanmazlar, hatta daha da ötesinde kendi başarılarının arkasında emekleri olan insanları bastırmak ve onları hiçe indirgemek için çırpınırlar. Ahlaki yıkım ve genel olarak topluma ve bir varlık olarak ‘insan’a inanmamak Faust’cuklarımızın savunma mekanizmasının tam merkezinde durur. Ulaştıkları en büyük hakikat budur.

 

Entel mafya denilince aklınıza ne geliyor? Türkiye'de sinemanın, sanatın normlarını kim belirliyor?

 

Aslında bunun yanıtı çok basit: mafya denilince kolay yoldan kazanmak gelir, helal ile haram para diyalektiğini bilmemekle ilgilidir. Helal az olur, ama bereketlidir, ötekisi ise çoktur ve kişiye asla bir iç huzur ve büyük eser getirmez. Entel mafya ne demek bilmiyorum, ama sanatta gerçekten gruplaşmalar vardır ve sanatı büyük oranda medyatiklik olarak algılayan anlayış ülkemizde Özal sonrasında çok yaygınlaşmıştır. Kenan Evren’in sözünü hiç unutmuyorum, bir resim sergisini gezerken söylemişti, 'bunu ben de yaparım.' Sonra gidip kadınlar hamamını çizmişti, elbette ki kopyalayarak. Böyle şeyleri düşününce aklıma hep Picasso ve Guernica gelir, bir Nazi Subayı sorar 'bunu siz mi yaptınız?', o hayır der, 'siz yaptınız.' Picasso, Guernica üzerinde çalışırken de şunları söyledi: ' İspanya'nın mücadelesi, insanlara, özgürlüğe yapılan saldırıya karşıdır. Ressam olarak hayatım boyunca sürekli sanatın ölümüne karşı durmaya çalıştım. Benim gericilikle ve ölümle anlaşma içinde olduğumu kim bir an için bile olsa düşünebilir?... Üzerinde çalıştığım ve Guernica ismini vereceğim resimde ve son zamanlardaki tüm eserlerimde, İspanya'yı acı ve ölüm okyanusuna batıran askeri sınıfa duyduğum nefreti açıkça göstermekteyim.[2] ' Şimdi Türkiye’de yaşananlara karşı bunu diyecek ve bu resmi yapacak insanları arıyoruz, yıkıcı güçler günü gelir ordular olur, günü gelir sanatı ve toplumu hiçleştiren bürokratlar/gericiler olur. Bunun alternatifi ise yetkililerin altın kesesini ellerinde sallayarak, protesto yapan insanlara en büyük yapımcı benim, konuşacaksanız ve yapacaksanız, ayağınızı denk alın demesinden etkilenenlerin yaptıklarıdır. Türkiye’de paradokslar hiç bitmez, alternatif yollardan gidenlerin de ittifakları ne zaman eksik oldu ki yaratıcı olmayan işi yoluna koyarken ardında iz bırakmamaya çabalar, deşifre olmak korkusu da saldırganlaştırır.

 

Türkiye’nin Ruhu - Direnmenin Trajedisi isimli roman çıkardınız, sizi bu romana yazmaya iten neden neydi? Kitabınızdan biraz söz eder misiniz?

 

Ben özünde bir tarihçiyim, sinema uzmanlaştığım alan. Romanı yazmaya gelince o sinema tarihine odaklanan bir şey değil, aksine tarihe ve toplumbilime yoğunlaşan bir alanda bir yaratıcının iç dünyasına eğilmek. Bütün kitap protagonistin yani Yılmaz Güney’in ağzından Türkiye’yi anlatır ve iktidara karşı bin yılların bir geleneği olarak milleti adına dövüşen ve bunun için kendini feda eden bir sanatçının ağzından yaratıcılığı, hayatın anlamını, sanatçının onurunu, bu halkın direniş kültürünü ve kendi eserlerini yaratırken iç dünyasında kopan fırtınaları anlatıyorum. Bunu bana Zeki Demirkubuz sormuştu ilk, niye Yılmaz Güney’i anlatıyorsun? O zaman kadar yanıtım basitti, o benim çocukluk kahramanımdı, ama o soru gelince çok farklı şeyler düşündüm, beni çeken neydi? Çok açıkça Yılmaz Güney’den iki örnekle bunu anlatabilirim, 82’de Cannes’da söylemiştir, 'ben çok erken yaşlarda, bütün hayatım boyunca onurlu yaşamanın derdine düşmüştüm'. Yol üzerine konuşurken de 'filmin sinema değil, çarpıcı olan gerçekler' der, filmde tek amacının bütün cilaları ve süsleri çıkarıp geriye yalnızca gerçeği bulmak için her şeyi kazımaktan söz eder. Niye Yılmaz Güney ve Türkiye’nin Ruhu, çünkü Türkiye’nin paradoksunu, özgür ve halkı adına mücadele eden insanın siyasi iktidara direnme biçimlerini ve hiçbir insanı satmadan yaşamanın yollarını arıyordu. Oysa Russell’ın dediği gibi 'ünlü olan bir yerden sonra iktidarın kuklasıdır', o nedenle Faustların egemen olduğu bir toprakta varoluşa anlam ararken aslında yolum Yılmaz Güney’le çakıştı, o da beni Türkiye’nin Ruhu’na götürdü.

 

Gezi Parkı olaylarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye ve dünya tarihindeki yeri nedir size göre?

 

Gezi bana göre bastırılanın şiddetli biçimde geri dönüşüdür, bunun mükemmel ifadesini özellikle filmlerini 'toplumsal bilinçdışının doğrudan sembolleri' üzerine çok anlamlı bulduğum Cem Yılmaz’ın twit’inde yansıdığına inanıyorum: 'milleti enayi yerine koymanın elbet bir bedeli olacaktı'. Ama ya sonra? Açıkça konuşmak gerekirse, ben Cuma günü patlak veren olaylardan sonra Pazar akşamı olayların içinde manipüle eden güçlerle canından vermeye hazır insanların arasında bir irade savaşı olduğuna ikna oldum. Yine yaklaşık 2 yıl önce Birgün’de 'Türkiye’de Linç Dönemi'nin başladığını ve sosyolojinin gerçekten bu olgunun üzerine gitmesi gerektiğini yazmıştım. Sonuçta ölümler başladığında, aslında irade savaşına kan bulaşacağı başından beri belliydi, isyanın bütün sivilliğine rağmen, masumiyet korunamaz bir şey, çünkü karşınızdaki güçler masumluğunuza saygı duymayı bırakın, bu onları sinirlendiriyor ve öfkelerini kontrol edemez hale getiriyordu. Daha ilk günden iktidarın verdiği tepkilerden isyana karşı ölçüsüz bir öfke biriktirdiğini ve gayrı-ahlakı yolları hiç çekinmeden kullanacaklarını anlamıştım. Dünya tarihinde nasıl bir yeri var? Bu çok sembolik olacak, ama bir tarihçi olarak söyleyebilirim, Türkiye’de en çok sivilin katıldığı ve en çok sivil kalan direniş olarak dünya tarihine bir sembol olarak geçecek. Diğer yandan ise iktidarın böylesi sivil direnişler karşısında net olarak vicdan muhasebesi yapmadan harekete geçebileceğinin bir kez daha kanıtlanmasıdır Gezi Parkı. Ki bu konuda muhtemelen dünya tarihinde milletini en çok ezen ülkelerden biriyiz, bu ülkede siyasi iktidarı ellerinde bulanların mottosu soğuk savaşın bir atığı olan Popper’ın insanlık dışı 'social engineering' yaklaşımını topluma uygulamaktır. Ki zaten romanımda yüzyıllık tarihi açıklarken bu anlayışı derin bir şekilde vicdan süzgecinden geçirmiştim, hele romanın tümüyle Yılmaz Güney’in ağzından birinci tekil şahıs olarak anlatıldığını bilenler ne kadar içsel bir süreç olduğunu ve bilinç akışının romanın tümüne damga vurduğunu da biliyorlar. Eninde sonunda bu bir vicdan savaşıdır ve iktidar kendiyle yüzleşemeyerek ancak meşruiyetini korur, aynı nedenle burjuvazi tam olarak iktidarı seçtiği için bu kadar çok Penguen ve türevleri programları seyrettik, kendinden kaçanlarla varlığına sığınarak itiraz edenlerin mücadelesi.

 

Size karşı başlatılan linç kampanyasını da baz alırsak sosyal medya hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Sosyal medyanın niteliği mi? Bu da bana Lenin’in ideoloji çözümlemesini hatırlatır: Eğer egemen sınıfın ideolojisi varsa, egemen sınıfın ideolojisi toplumsal bilinci yönlendiriyorsa, o zaman işçi sınıfının ideolojisini üretmek ve toplumda alternatif bir bilinç olarak yaygınlaştırmak gerekir. Şimdi trajik bir örnek vereyim, Dostoyevski üzerinden. Ecinniler’de devrimcilerin ağzından bir şiir yayınlanmıştır, sonra çeşitli Narodniklerin defterlerinde ve mektuplarında bu şiir kullanılmıştı. Ohrana ajanları bunu raporla bildirdiler merkeze, onlar ise onun güvenilir bir Çarca ve devrimci karşıtı Dostoyevski tarafından yazıldığını açıklamıştı kendi örgütlerine. Niye anlatıyorum bunları? Sosyal medya bir yandan sivil insanların egemen olduğu ve doğrudan fikirlerini yansıttığı bir yerdir, toplumun bilinçdışına çok daha yakındır bu yüzden. Ama öte yandan sivil olan zaten egemen ideolojinin doğrudan yansımalarını içerir. Bu yüzden muhalifler kullanır sosyal medyayı, üstelik etkin olarak. Ama iktidar ve onun elemanları sosyal medyanın kanaatler üzerinde ne kadar etkin olduğunu bildiği için, sosyal medyayı da manipüle etmek için çabalar, nasıl sokak da, eylem de, örgüt de ediyorsa. Sinemayla bunun ilişkisi de çok nettir, futbol ve sinema bizim ülkemizde yüzyılın başından sonuna doğru giderek çok önem kazandı. Dolayısıyla bütün olumlu ya da olumsuz yönlerine rağmen, iktidarın doğrudan müdahalelerinden, el altından yapılan müdahalelere kadar şekillendirilen ve sivil alana bırakılmayan iki iletişim ve angajman alanıdır. Sanal özdeşleşmenin doruğa çıktığı ve kitlenin en güçlü aidiyet hissettiği, aynı zamanda boş zamanı büyük oranda şartlandıran iki alandır.  Sosyal medya içinde yönlendirme o kadar ileri boyutlardadır ki bunu şöyle söyleyeyim, Türkiye gibi ülkelerde sosyal medyayı kendi haline bırakmak imkânsızdır. Bizim gibi toplumları büyük oranda hareketlendiren iletişim kanalları olmayı özellikle gençler için sağlayacak alandır bunlar. Bu nedenle linçler tekrar gündeme gelmişse ve giderek artacaksa, sosyal medya iktidar tarafından mutlaka daha çok kullanılacaktır. Türkiye travmalı bir toplumdur ve travmasıyla baş edememektedir, sosyal medya bu nedenle özellikle çok daha sistem için kontrol edilmesi gereken bir alan haline gelir, çünkü biz de siyasi iktidarın gölgesi kentin bütün sokaklarına yayılır. Biz de iktidar ceberuttur ve baba-değil-şeftir. Bu anlamda bana yapılan linç kampanyasına dair birkaç şey söylemek istiyorum: iktidarın küçük bir manipülasyonuydu. Katılanlar zerre kadar kendiliğinden harekete geçen ve okurların tepkisinden oluşan bir topluluk değildi. Amaçları tartışmak ya da bir fikre karşı çıkmak hiç değildi. Dahası zaten tek bir ortak talepleri vardı, 'sosyalist bir gazete olan Birgün’de Zahit Atam nasıl yazar? Yazmasın.' Bu bana Erdoğan’ın Alabora’ya yaptığı eleştiriyi hatırlattı, sosyalist bir sanatçı nasıl banka reklamında oynar demişte zatıalileri, hoş ben hayatımda bırakın reklamı bir kez bile kredi kartı bile almadım, defalarca ısrarlı telefonlarına laf yetiştirip reddettim. Erdoğan sosyalistler konusunda bana saldıranlardan daha deneyimlidir, emin olun, bana saldıranlarınsa hiçbiri asla militanlık yapmış insanlar değildir. Yamaç Okur’dan bir örnek vereyim. Yıl 1994 olmalı, bu yurt odasında Marx okuyor, İngilizce, ben de odadayım, kitap okuyorum. Bu ikide bir bana terimleri soruyor: niye Türkçesini okumuyorsun diye en sonunda sordum, ödevim bu benim dedi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler’de okuyordu. Ben bunu solcu sanmıştım, ikna etmeye çalıştım 1844 El Yazmaları’nı okumaya, terimleri öğrenmesi için. Marx adını duyunca ürktü bu, ama İngilizcesini okuyordu, çünkü onu hoca vermişti, dersiydi, fotokopiden. Sol üzerine konuştuk, durdu 'saçma sapan şeyler, zerre kadar siyasetle ilgilenmiyorum, hepsi çok aptalca, İşçi Sınıfıymış, Yabancılaşmaymış, ama ödevim ne yaparsın işte' dedi ve ekledi 'sakın beni o aptal solculardan sanma, enayi değilim.' Aşağı yukarı bu sözlerle aramızda bu diyalog geçmişti, şimdi zatı şahaneleri Birgün gibi sosyalist bir gazetede Birgün okuru olarak benim yazmamam için seferberlik ilan edenlerin başını çekiyor. Bakalım utanacak mı bu diyalogu hatırlattığım için, yoksa beni yalancılıkla mı suçlayacak? Organize ve atak saldırılara çok uygundur sosyal medya ama aynı zamanda sivil alan hiçbir zaman tam olarak bastırılamaz ve her direniş dönemi sosyal medyadan kendi dilini yaratacaktır. Sosyal medya bugün için teorik olarak baktığımda özünde Lenin’in işçi sınıfına ait bir ideoloji geliştirilmesi için çok verimli bir araçtır, tabi en etkili araç fabrikalarda, okullarda, amfilerdeki direnen insanların mücadelesi olmaya devam edecek. Şunu hiç unutmuyorum, bana saldıranların doğrudan benim yazılarımla, fikirlerimle, varoluşumla ve sinema dünyası içindeki yerimle hiçbir dertleri yoktur, bu süreci de zerre kadar kendi iradeleri ile yapmadılar, bu insanlar çok iyi biliyorlar ki kendileri bir tetikçidir, iktidar ise ellerinde altın kesesini tutup, ayağını denk alın diyen insanlardadır. Dolayısıyla bu tartışma özünde şunu bilince çıkarmalıdır, iktidar sosyal medyada aptal duruma düşmemek için en etkili yol olarak, sol gösterip sağ vurmayı seçecektir. Bana saldıranlar içinde biri var ki çok komiğime gitti, bu SİYAD’a ilk geldiği zamanlarda çok açık söylerdi, 'eskiden işçi sınıfı için çalışıyordum, şimdi patronlar için çalışıyorum'. Gerçekten eskiden günlük sosyalist bir gazetede çalışıyordu, sonra Finansal Forum ve Radikal’de çalıştı, bana 'orta sınıf ahlakından, beyaz Türklerden söz eden birisini Kürtlerin savunması ‘bel altından vurmaktır' diye yazmış, anlamadım onun nasıl akıl yürüttüğünü. Tabi akılla izanla bir ilişkisi kalmışsa. Çünkü zaten tartışma çıkaran yazım Orta Sınıfın Hayatımızı Yadsıyışı idi, aynı zamanda Kürt Sineması üzerine de çok sayıda yazı yazdım, dersler verdim, panellerde konuştum, romanımda anlattım, hala bel altından nasıl vurduğuma dair nasıl akıl yürüttüğünü keşfedemedim. Bu sırada hain, işbirliği, zalim gibi sıfatlar dönüyordu ve bütün bunlar benim yer almadığım twitter’da yazılıyordu, orada yazılanları bile ben üç gün sonra, yani arkadaşların hızları kesildikten sonra okuyabildim, o da bir arkadaşın telefonundan. Aynen kendilerini iade ediyorum, fikir savaşına gireceklerse, konuya giriş mahiyetinde 15 A4’lük yazıyı internette yayınladım, buyurun Hodri Meydan, tabi fikir savaşını yiyorsanız. Türkiye’de iktidarın bir kuralıdır, hiçbir sivil alan kendiliğindenliğe bırakılmaz, iktidar kendi yalanlarını 'vatandaşların ağzından söylemeyi' kudretinin gücü sayar, bunu başardıkça da kendini muktedir hisseder. Zaten iktidarın mantığı halk içinde bu kadar sığ bir şekilde yayıldığı için Türkiye Linç Dönemine girmiş değil midir?

 

Erdal Ergüler/VeHaber

 

 

Foto Galeri Videolar Son Dakika Haberler Video Kategori Foto Kategori Vehaber İletişim Künye Şikayet Menü