Zahit Atam: 8 yaşındaki bir kızın gözünden Maraş Katliamı!

Maraş'ta meydana gelen 150 kişinin öldüğü, 176 kişinin yaralandığı katliamın 36. yıldönümünde adalet hâlâ yerini bulmadı. Katliamın görgü tanıkları ise yaşanılan vahşet dolu anları anlattı.
Zahit Atam: 8 yaşındaki bir kızın gözünden Maraş Katliamı!
2020-08-11 06:40:55   Güncelleme: 2021-09-05 00:13:37    

MARAŞ!


bazılarının sessizliğidir haykıran dili…


I.                  


-Gülistan merhaba, senin kişisel anıların, birincil tanıklığın nasıldır Maraş için? Hemen damardan konuya gireyim, af buyur acı sofrası kuralım bugün, genelde soframızın şenliğidir acılar Türkiye’de bizim.


-Kendi sayfamda paylaştım biraz.


-Bana ayrıntılı yazabilir misin?


-Yorumlarımı mı?


Maraş’ta 8 yaşındaydım galiba.


-Lütfen çok detaylı anlat… çok detaylı, senin tanıklıklarını, sonradan büyüklerinin anlattıklarını… başka insanların naklettikleri anıları da olsun, bunlar çok önemli.


-Çok detaylı olabilemez, öyle diyorlar şimdiki gençler, dalga geçer gibi, Türkçe imla hatası, olsun boş ver, hatırladıklarımı anlatayım, emredersiniz!


Babam akşam saatlerine doğru şehirde, “bir huzursuzluk var”, “ama tam anlamıyorum” dedi. Biz de ne olduğunu bilemiyorduk, genel olarak çok gergindi ortam, ama biz zaten çok gergindik, hiçbir şeye karışmıyorduk, o yüzden o günün geriliminde kimseye karışmadığımız ve bize o ana kadar müdahale edilmediği için “sakin bir gün” olarak algıladık ve uyumuştuk.


Sonra gece saat 10’a doğru, “öldürüyorlar bütün Alevileri, çıkmamız lazım şehirden” diye alçak sesle babam haykırdığında biz korku içindeydik, uykudan öyle uyandık, tabi ki ne olup bittiğini hiç anlamıyorduk.


Babamın kuzeni genç bir kadındı, yirmi yaşındaydı ve doğurmasına az kalmıştı, hamileydi, karnındaki çocuk bıçaklanarak çıkartılmış, sözün bittiği yerde yaşıyormuşuz meğer, ortada tekil bir saldırı falan yoktu, düpedüz sokağa adımı atar katliamın içine dalıyordun, o derece yani.


Babam hem ağlayıp hem bizi tersleyerek “çabuk olun” diyordu, diyordu dediğime bakma, babamı hiç öyle konuşurken görmemiştim, nida gibi, inleme gibi, kesik kesik, nefesinin sesi, sesinden daha çok çıkıyordu sanki. Çok korkmuştu.


-Sen neler hissettin o anda? Neler görüyordun, ruh halini tanımlayabilir misin?


-O dönemdebizim evi sık sık jandarma basardı, silah var mı diye delik deşik ederlerdi?


Meğer adamların niyeti temizmiş, Alevileri özellikle aradıklarına, onları pasifleştirmek için canhıraş çalıştıklarına göre, yarın öbür gün Aleviler direniş göstermesin, kendilerini savunma kılıfı içinde büyük güçlü mukaddes Sünnileri öldürüp katil olmasın, temiz kalsın diyorlarmış. Yani saldırmadan önce, karşı tarafın silahsızlanması için ellerinden geleni yapıyorlarmış. Maraş katliamının özelliği budur, günler ve hatta aylar öncesinden planlanmış bir saldırı adım adım harekete geçirilmişti, tek bir anlık, tek bir olay üzerine infial halinde yapılan bir katliam değildi. Bu işini püf noktası budur, Maraş komplike, planlı ve vahşi bir saldırıdır


Silah var mı aramalarında, evi delik deşik ederlerdi, yani bir aramada verebilecekleri maddi manevi bütün hasarı bırakıp giderlerdi ve bu sık sık olurdu. Mesela boruları çıkarırlardı, kül olurdu ev, meğerse yanan sobanın borularına silah saklayabilirmişiz, biz buna nedense o zamanlar bir anlam veremiyorduk. Ya da silah ararken, itinayla fazlasıyla hoyrat biçimde eşyalara zarar verdikleri için, bazı eşyalar zarar görürdü, bunların arasında evin içinde sokağın ayakkabısıyla dolaşmak küçük ve tuhaf ve en zararsız olanıydı. Aradıkları şeyi ne hikmetse bulamıyorlardı, ama onlar bundan rahatsız olmuyor, hatta mutlu oluyorlardı. Yani Kürt Alevilerin yarın öbür gün alet edavatla kendilerini savunamayacak olması gerekiyormuş, Katliamın modeli böyleymiş.


Zaten biz de her an beklerdik, alışmıştık yani, Albert Camus haklıymış, insan bazen bir ağaç kovuğundan bile çıkmadan yaşamaya razı olabiliyor, düşünsenize sokakta çıtımız bile çıkmıyordu artık. Eee insan alışınca, iktidara karşı el pençe divan durmayı öğreniyor, sindikçe daha hoyrat üstüne geliyorlar, işte Türkiye modeli ikinci sınıf yurttaş modeli, kâbusumuz itaatin çıkış yolu olduğunu öğrenmemizle başlamış, bu işin alametifarikası budur. Korkardık kısacası, yaşamımıza korku sinmişti, sürekli bir şeyler oluyordu ve biz sürekli bir şey olmasın diye de giderek daha çok pasifleşiyorduk anlıyor musun?


Diyalektik, güzel bir şey değil bazen, çok yıkıcı oluyor ara sıra yani.


Bize belletmişlerdi, bir şey sorarlarsa, “ağzınızı açmayın”: Tuhaf yani çocuklara bile şahitlik yapmamayı ve yaşadıklarını anlatmamayı öğretmişlerdi, artlarında tanık bırakmak istemiyorlardı. Kısacası sonradan Sünnilerde “vicdan yarası” olur, “vicdan azabı” olur değil mi, maazallah, işte biz o vicdan var sanıyorduk, sonra da o vicdanı bekleyip durduk, sonuçta Maraş’ın yıldönümünü kutlamaya falan kalkanlar oldu, biz hala bekliyoruz, yani Allah’ın sabırlı kullarındanız, anlıyor musun, sabır iyidir iyidir…


Genelde sabaha doğru basarlardı, özellikle son iki ay içinde yoğunlaşmıştı. Kendilerini hatırlatmaları gerekiyormuş! Kolay mı öyle bir temizlik için önceden önlem almak, adamların bile canı çıkıyordu. Gariplerim! Sabaha doğru sen kalk, git Alevi evlerine, onların evlerini ara! Alevi kadınları ve erkekleri soyana kadar onların evlerini ara, yazık benim Sünnilerime günaha girerler değil mi kardeşim? Halılarımıza basıyorlar sonuçta, onlara da günah yazıyor, ah şu anlayışsız ve kadir kıymet bilmez Aleviler, günahçı bunlar günahçı, ne de çok seviyorlar günahı…


Neyse biz yine o günlerde jandarmaları falan anlamıyorduk herhalde, çektiklerini diyorum yani. Bizim için çok büyük bir kâbusa dönmüştü her şey, onu çok iyi hatırlıyorum. Tabi o zaman çocuk olduğum için empati yapmayı bilmiyorum, hep bizim açımızdan hatırlıyorum. Bizim için kabustu ama onlar kurbanlık koyun kesmeyerek günaha mı girsinlerdi?


Neyse, kısaca korkunçluğun arttığı zamanlar, biz çocukluğa çoktan ara vermişiz, susmuşuz ve sessizlik, bekleyiş ve sabır keskin bir eylem biçimine bürünmüş.


Mesela biz üç kız kardeştik, hep yan yana dururduk, ben onları korurdum, aman korkarlar, ağlarlar, gürültü yaparlar, Sünnileri rahatsız ederler!


Bir ara köye gitmiştik, orada habire jandarmalar köyü bastılar. Köyü arıyorlar, yani Alevi köyleri bile jandarmalara rahatsızlık veriyorlardı. Ya onlar kendilerini korumaya kalkarlarsa, gerekirse jandarma korurdu, değil mi?


Tek bir rehberim vardı, babam! Babamın söylediklerini dikkate almaya çalışıyordum.


Silah arıyorlar da, niye bu kadar silah arıyorlar ki? Ne dertleri var, değil mi? Biz hala uyuyoruz! Zeki insanlardık vesselam, meğer kendimizi korumamız onlar için büyük dertmiş! Kendimizi koruyarak huzuru asayişi bozabilirmişiz, iyiymiş yani!


Hep köydeki kadınları erkekleri soyuyorlardı. Şuraya bak, ev araması. Ama adam soyunun diyor! Nasıl bir temiz arama, sanki okulda çocukların tırnaklarını kontrol eder gibi, bedenleri her gün cünüp mu temiz mi kontrol ediyormuş gibi. Ama yukarıda Allah var, bize dokunmuyorlardı arama yaparlarken. Sadece yataktan çıkın diyorlardı! Düşün şimdi sabaha doğru, uyuyup rüya göreceksin… Eee o kadar korku olunca kabus falan da görebiliriz değil mi? İşte bizi rüyanın getirdiği kabustan kurtarıp gerçeğin içine atarak eğitiyorlardı. Tabi bunlar hep eğitim amaçlıydı, hayatı öğretiyorlardı bize. Biliyorsun, Türkiye’de yazılı olmayan kurallar yazılı olanlardan daha çok lazım insana. Yasalar biz de teferruattır, devleti alimiz için, onlara kananların sonu nasıl olur görüyoruz işte!


Ama o gece bir kâbusa uyandığımızda, köyde değil Maraş’taydık.


Bizde de ne rahatlık varmış, erkenden uyumuşuz, hem de dua etmeden!


Babamın “çabuk kalkın!” haykırması, içlenmesi, korku nidası, ürkmesi, artık neyse tam bilemiyorum… Bizi uyandırdı, birkaç dakika içinde çakı gibi hazırdık. Eee, jandarmadan eğitimliyiz.


Babam “çabuk olun, çabuk!” diyor, “köye gidiyoruz, yoksa burada hepimizi öldürürler”.


Ama gelin görün ki köy 30 km uzaklıkta. “Meğerkim biz uyurken bütün akrabalarımızı öldürmüşler. Biz ayakta uyumuşuz bütün gün” diye sayıklıyor korkuyla.


Çıktık bodrum katından. Bir de ne görelim? Ortalık viraneydi, sokağı kan ve hatta organ ve hatta uzuv götürüyordu. Ve ben tipik bir Alevi Kürt ve daha önemlisi cahil bir kız olarak, olup bitenleri anlayamıyordum! Buz kesmiştim ve hiçbir şey hissetmiyordum. O zaman tabi insan bilemiyor, daha öğrenmemişiz, meğerse aklım durmuş! Dilim sessizliğe bürünmüş! Ve kimin ne yaptığını anlamıyordum. Sözün sınırlarını öğrenmek ve bu da 8 yaşında, ne diyeyim, garip bir deneyim. Şimdi Türkiye’de beddua dönemi ya da sezonu açıldı, çok revaçta internetten görüyorum, bu işi onlara bırakmak en iyisi, ne müthiş dilekleri var birbirleri için. Tabi onlar dini bütün insanlar, dilekleri başlarına gelsin, boşuna dua etmesinler, değil mi kardeşim?


Neyse biz arabamıza binip oradan çıkmayı başardık. Nasıl oldu bilmiyorum, ama başarmıştık işte. Ama ne oldu? O da nesi? Meydanda hiç olmayan ve milletin huzurunu o gece bozmak istemeyen, rahat uykularımızı o gece bölmemek için özen gösteren jandarmalar, bizim zannımızca en azından o gece rahat sıcak bir uyku çekebilen jandarma kardeşlerimiz meğer kentin çıkışlarını tutmuşlar! Tabi çok üzüldük, meğer o gecede uykusuz kalmış gariplerim. Bizi durdurdular, tabii biz halden anlamaz Aleviler yine korktuk!


Sokakta neler mi gördük?


Allah Allah diye bağırıyorlar, “dinsizlere, imansızlara ölüm!”, “Aşiretlere ölüm!” diyorlardı, tabi ki aşiretler de çağdışı kalmış biz Kürt Alevilerdi.


Onlar modern canım, uygar, hay yanlış söyledim, medeni medeni, medeniyet görmüş insanlar! İnsan boğazlama sanatında ihtisas yapmışlar! Öldürürken trans haline geçmeyi bile iyi biliyorlar, duygularının ve insanlıklarının onları adanmış davalarından koparmasına engel olmayı çok iyi biliyorlar. Onun için de vahşet uygularken nedense “Allah” ağızlarından düşmüyor. Düşünsenize, ben yapabilir miyim, herkesin harcı değil ki, hamile bir kadının karnındaki çocuğa da hınçla bıçak saplamak! Kolay değil tabi, ben şu anda biliyorum ki ben bunu yapamam. Ama şöyle bir tarihin acı tesadüfü var ki o benim babamın kuzeni, yani akrabam, daha bugün sabah ona “abla” demişim, bize kardeş getirecek, o yüzden çok seviyoruz onu. İmtina ediyoruz üzerine.


Babam, “köye erzak götürüyorum,” dedi jandarmalara, bizi durdurmuşlar olay mahallinden uzaklaşmışız. Şimdi anlıyorum ki arabadaki erzak biziz, o saatte, o koşullarda ne erzağı canım!


Meğer yalan söylüyormuş! Niyeti canını kurtarmak için kaçmak, ama buna rağmen bunu bile açıkça söyleyip jandarmanın huzurunu bozmaktan korkuyor. Yani o derece. Ama ben de cahilcene davranıp çok korkmuşum, o yüzden şimdi ne konuştuklarını tam hatırlamıyorum. İnsan zihni kurtarıcı aramaktan yorulur mu, çocuğum korkuyorum, kim bilir Hızır’a neler diyorum. Babam iyi rol yapmış ki bizi bıraktı jandarmalar. Ama babam hala korkuyor, bir süre sonra yoldan çıktı, şehir dışında bir yere arabayı bıraktı. Bizi aldı ve koşarak gecenin soğuğunda, kışın ortasında arabadan indirdi. Arabayı da öylece bıraktı. Köye yayan gittik ve sabaha doğru vardık.


Jandarmalar hür demokratik ülkenin neferleri gibi bizi serbest bıraktıktan saatler sonra biz köye vardık.


Herkes eline sopasını almış, bekliyor. Bak sen! Bunlar kaderlerine razı olmayan insanlar! Bir de sopalarla kendilerini koruyorlar, köyde silah falan kalmamış ki!


Köylü uyanık, herkes mevzileri paylaşmış, bekliyor kurbanlık koyun gibi. Çünkü bizim köyün etrafında birkaç tane Sünni köyü var, biz yalıtılmışız. Tabi biz dağların arasından geçerek gelmişiz, üstümüz başımız perişan, üşümüşüz, arabayı bırakmışız, can mı önemli mal mı! biz sadece Malların bize saldırısından kaçıyoruz.


Kısa yoldan gelmişiz köye, iki hafta gidememiştik şehre. Çünkü yollar kapanıyordu, şehre kim inerse yol birden kapanıyor ve saldırı başlıyordu. Meğerse inimizden çıkmamamız gerekiyormuş. Vatandaşın birileri diğer vatandaşlara yardım etmesin istiyorlar, işin temiz olması lazımmış. Kıyım sonrasında bile sürdü bu: Çünkü kıyımın ardından mal ve talan paylaşımı yapılması bile zaman alıyor değil mi?


Taşlar atıyorlardı, sopalarla geliyorlardı, ortalık bir türlü durulmuyordu.


Çevre Müslüman köyleri iyi hazırlanmışlardı, Avrupa tipi gelişmiş bir işbölümü, Maraş nihayet hızla modernleşiyor ve mülkiyet yapısını hızla değiştiriyor. Meğerki Alevilerin malları Sünnilere batıyormuş ve meğerki Alevilerin malları bu arada paylaşılmalıymış, ellerini çabuk tutmalılarmış!


Şöyle şikâyet ediyorlardı: Pek çok Sünni o alışverişte hakkını alamadı! Alevilerin yeterince malından istifade edemediler, mal gibi ortada kaldılar. Onu hatırlıyorum, Sünniler o paylaşımda çok haksızlık gördüler, yaptıklarının karşılığında aslında modern ölçülerle döktükleri kan başına eşit dağılım yapılmadı. Tabii onu yapsalardı, iyi olurdu! Düşünsene adamın halini…Kürt ve Alevi kanı dökmüş, (pardon bu arada bize Kürt demiyorlardı, o sakıncalı sözcük, bize orada Aşiret diyorlardı, tek kelime, o kadar) ama yeterince Alevi malı alamıyor, tabi aklı almıyor bunu! Düşünürken öylece mal gibi paylaşıma bakıyor. Yazık canlarım benim, eli kanlı katillerim, katilin malı alınır mı elinden? Yazık tabi çok yazık, bir de derler ki hırsız hırsızın malını çalmazmış, ama orada Maraş’ta hırsızların hak ettikleri malı vermediler. Alevi mallarının paylaşımında çok haksızlık yapıldı Sünnilere, yuh artık hem Kürt hem Alevi kanı dökmüşsün, onun malını kimden esirgiyorsun ki? Ölenlere üzülmüyorlardı, ama ganimetten yeterince pay alamadıkları için üzülenler çoktu.


Bir de baktık! Oooçok kişi ölmüş akrabalarımızdan, geride kalanlar da evlerine dönemiyor! Deyim ya yılların geleneksel Maraş’ı modernleşmiş, kısaca mülkiyet sistemi değişmiş, zorla morla ama değil mi ki değişmiş! Çünkü Sünniler Alevi evlerine yerleştirilmiş, tabi onlar da kaçtılar Mersin’e. Yerleştiler, çoğu geri dönmedi, biz Maraş’ta köyde kalmıştık, çıkamayınca köyden, göçemedik de.


Sonra ne mi oldu, bizimkiler de dâhil, köylüler Kenan Evren’e taptılar:


“canımızı kurtardı” diyorlardı.


“O gelmeseydi, halimiz nicolurdu? Hepimizi keserlerdi maazallah!”


Bunu çok iyi hatırlıyorum, asayiş korkuya iyi geliyormuş. Kenan Evren kurtarıcı olmuştu, kan gölündeki Türkiye’yi bu bataktan çekip çıkarmış! Ondan sonra ise kendisi çok daha az kan dökmüş! Artık eskisi gibi değilmiş, vatandaş vatandaşı öldüremezmiş! Kimin öldürüleceğine resmi dairelerde bakıyorlarmış. Bu işler merkezileştirilmiş.


Bak sen! Çok modern, müthiş icat, öldürme işini bizim Türkiye’de sivillere, daha doğrusu resmi makamlarla ilişkili sivillere vermişler, işler karışmış. Bu büyük sorun olmuş. Şimdi zorun tekelini ellerine almak ve öldürme/baskı/sindirme tekeline şirk koşanlar olmuş, haşa devletlimiz şimdi herkese haddini bildiriyor. Artık bu işin cılkı çıkmış, izinsiz mizinsiz ne o öyle! Asayiş lazım. Şimdi zor tekeli tekrar Devletleştirilince, bizimkiler rahatladı. Kâbustan kurtulunca, atlattığımız badireler büyük olunca, canıma minnet diyerek Kenan Evren budalası bizim sığınağımız olmuş bir anda. Kurtarıcı aşağı kurtarıcı yukarı, huzur sükûnet yasa masa tasa paşası, dallamanın kol ağası.


II. MARAŞ!!!


Sürüklenirken kendini bulmak…


-Sonra senin hayatın nasıl şekillendi?


Siz nerede yaşadınız aile olarak?


-senin bir paylaşımın vardı, çok sevmiştim onu,


Dur kopyalayıp sana göndereyim, duruma uygun


“TÜRKİYE'yi DÜŞÜNÜYORUM, ZİHNİM AÇIK


Hiçbir oyun yazarı ya da sinema senaristi, bu kadar açık ihlaller yapmıyor, herhalde inandırıcı değil diye,


Sanıyorsam, SEYİRCİYE BUNU YUTTURAMAYIZ diye düşünüyorlardır,


Bizim siyasetçilerin ayak-oyunları çok zengin,


Dünya literatürüne açıkça katkıda bulunuyoruz,


Olup bitenlere üzüldüğümüz kadar geleceğin tarihçilerine ne kadar belge bıraktığımızı düşünerek ve gerçekçi yazarlarımızın gelecekteki başarılarını düşünerek AVUNDUK YANGIN SÖNDÜRME CİHAZLARI satıcısına biz de ortak olsak,


BU KADAR ÜZÜLMEYİZ...


Neyse kendimi kaybettim bir an.”


Sen bunu sinema özelinde yazıyorsun, gerçeklerin sinemadan daha fiktif olduğunu anlatmak için, ama gelin görün ki bizim hayatımız defalarca bunu ispatlamak için bir vesile oldu!


Ne olacak işte, bir süre biz köyde kaldık, Maraş’ta. Ama gel gör ki her zaman içimizde bir gün yine gelip bizi linç edecekler..! “Ölüp gideceğiz bu kıraç topraklarda” hissi vardı, korku soframızdan hiç ayrılmadı ki! Geleceklerdi biliyorduk, kuzu kuzumasuma oynamaya devam ediyorduk. Ki hiç gelmeyecek bile olsalar, zihnimizin başköşesinde misafir olarak yaşıyorlardı. Bizi zihnen eylemen ve ahlaken güdüyorlardı! Sınırsız zorba bir iktidar olarak müstesna bir yerleri vardı içimizde, ruhumuzda ve hatta çocuk oyunlarımızda. Gâvurun dölü biz değildik, çünkü biz onlardan daha eskiydik, kökleri dışarıda olan da onlardı! Ama zorba ne zaman helalden ve haktan güç alır ki?


-Sonra ailen neler yaptı, büyük aileden söz ediyorum, akrabalarınla birlikte, cümbür cemaat neler yaptınız?


Maraş’ta artık esnaf olarak ya da bir yatırım yapacağımız zaman hep dikkatliyiz. Hiç öyle olduğumuz gibi görünme çabası yok bizde. Aman bir gören olur, canı çeker, sonra hooopkılıç ya da satır çeker değil mi? Soframız da şenlik olmasını bırakın, yediğimiz lokmayı bile sayıyoruz. Çünkü adamın canı çekerse, elinde kılıcı var, elimizdeki ekmeği almaya bile tenezzül etmez, önce kanımızı içer etimizi yer, sonra da ferah ferah malımızı bölüşür! Zihniyet devrimi budur işte. Akrabalarımız ise dağıldılar, kimisi Avrupa’ya, kimisi Mersin’e, oraya buraya…


-Üç kuşak insan neler yaptı? Ne zaman başladı dağılma?


-Dağılma hemen başladı, göç hemen başladı. Komik olan şu, kıyım kısa sürmedi, günlerce sürdü. Sonrasında kurtulanlar geri döndüklerinde malları paylaşılmıştı. Hak iddia edenler için kılıçlar kınına sokulmamıştı! Hak isteyene sabrımı taşırma diye bakan gözler bekliyordu, bıraktıkları malların üzerinde. Bırakıp gitmek bir çıkış yolu olarak gösteriliyordu, “ceketini al, git” politikası çıkış yolu olarak kullanılıyordu. Yağmacılık yani… İşte Osmanlı diliyle “müsadere” edilmişti, Kürt Alevi insanların, onlar niye kendini vatandaştan sayıyor ki bu memleket sahipsiz miydi?


Şimdi o zamanlar hayata yeniden başlayacağız. Tamam, ama moralmen yıkılmışız. Müthiş bir depresiflik! Maçı sahada kaybetmemişsin ki! Gazeteyi açıp okuyorsun, sen kazandığın halde, gazete diyor ki ağır yenilgi almışsın. Sonuçta kimse senin galibiyetini bilmiyor, meşru müdafaa yapman imkânsız. Tabi o zaman anlıyorsun, itin sahibi planlamış, it sana havlarken yular başkasının elindeymiş, o ise sana başka kapıya diyor.


İnsan da çekip gitmek istiyor tabi ki, başka ne yapabilir?


Bir tek babam kaldı Maraş’ta. Şu bir gerçek, hepimizde derin bir yeisle birlikte müthiş yıkıcı olan bir vatansızlık duygusu hâkim, gerçek bu.


Maraş katliamında bizim vatanımızı elimizden aldılar! Vatandaşlık haklarımızın olmadığını görünce psikolojik olarak çöktük.


Yani esas olan mal kaybı değildi, sonrasında adalet madalet olmayınca, anlıyorsun ki vatandaşlık belgen hükümsüzdür diye bas bas bağırıyorlar sana.


Hal böyle olunca ne yapacaksın? Bunca ben kendimi kandırmışım, vatanım yokmuş diyemezsin. İnsan bir yere ait olmak ister, yapacağın şey “bastırmak ve unutmak”, çekmecene koy, kilitle, unut gitsin! Ama insan derin yeis ve korkuyu unutabilir mi? İnsanlar üzerinde konuşmak istemiyor! Yüzleşmek değil, yok sayabilen kendini hastalığı atlatmış sayıyor!


-İyileşmek hakikati yok sayabilmek demek, bu işin paradoksu bu.


Aile içinde nasıl anardınız olup bitenleri, bu çok önemli, nasıl bir duygu hâkimdi?


-Ben de böyle günlerde hatırlarım yaşadıklarımı, nasıl bir duygu mu hâkimdi? Korku tabi ki, derin bir yeisle karışık korku. Babam kimliğimizi reddetmeyi denedi, yani kısacası akrabalarımızın katilleriyle arkadaş olmayı denedi, biz Alevi değiliz dedi, şudur budur. Bunları hatırlayınca, yeise derin bir hüzün ekleniyor.


Bizi korumak için neler yaptı? Düşününce insan anlıyor, okula gittiğinizde çok iyi öğrenin derdi, hele Türkçeyi! Dersleriniz çok iyi olsun. Duaları öğrenin, geride durun, aşırı temkinli olun, okuyacaksın şu bu.


-Sen Türkçeyi ne zaman öğrendin?


-12 yaşında, yok yok pardon ya, 7 yaşında, ilkokula başladığımda. Geçmiş düşünmeyeli birbirine girmiş. Bir de şu var, o yıllarda biz fazla konuşmazdık ki, düşünsene konuşunca alay ediyorlar seninle, neyi kime anlatacaksın ki?


-Okul deneyimin nasıldı, neler yaşadın, sana nasıl davranıyorlardı?


-Nasıl mı? Korkunç!!!


-Nasıl? Örnek veri…


-İlk önce aşağılarlardı.


-Kimler?


-Gülerlerdi aksanıma, mesela öğretmenler bile adımı okurken dalga geçerlerdi. 


-Maraşlılar nasıl konuşur ki Türkçeyi?


-Başka şekilde telaffuz ederlerdi, o’ları çok vurgulayarak ve uzatarak konuştuklarını hatırlıyorum.


-Senin aksanın Kürtçenin gırtlak yapısı ve dil hareketleri Türkçeden farklı olduğu için oluyor değil mi?


-Kürtler aslında Türkçeyi kitaptan öğrenirler. Bu nedenle eğitimli Kürtler daha kitabi Türkçe konuşurlar. Aksanlarına gelince ağız hareketleri başka, Türkçeyi çok iyi telaffuz eden, yani bir Türk’ten çok daha iyi konuşan bir avukat arkadaşım var. Adam Batmanlı, zorunlu göçle Antalya’ya gelmiş, zeki bir çocuktu, okudu avukat oldu. Bu tiyatroya meraklıydı, iyi de oynadı, şimdi Avrupa’da pek çok kez sahne aldı, Türkiye’de yaşıyor, kendi grubuyla çıkıyorlar. Bu lisede sahneye çıkmış, iyi oynuyormuş, öğretmeni çok beğenmiş, müdür de gelmiş, “seyrettiğim en iyi Kürtçe oyundu, ama burası Türkiye! Türkçe konuşmayı öğren sonra oyun oyna!” Bu söz üzerine çocuk Türkçe çalıştı, diksiyon miksiyon. Sonuçta Türkçeyi İstanbul doğumlu üniversite mezunu kadınlardan daha iyi telaffuz ederek konuşuyordu, insan şaşırıyor onun Türkçesinin temizliğine. Ama sonra ne oldu, arkadaşın Kürtçe aksanı bozuldu, Kürtçesini anlamak zor, bu gerçek bir vakıadır.


-Hakikat acıdır, derler ya. Derslerden devam edelim istersen? Sınav notların nasıldı?


Türkçem çok iyiydi, çok iyi notlar alırdım, bütün derslerim tek istisnayla hep çok iyi oldu üniversiteye gelene kadar.


-Peki, o zaman öğretmenler övmez miydi seni? Arkadaşların iyi not alınca sana nasıl davranırlardı?


-Sırayla, din dersleri çok kötü geçerdi, bir türlü alışamadım, çok kötü idi, hiç unutmam, bazıları da yardım ederdi, kapalılar, nasıl konuşacağımı falan düzeltirlerdi.


-Öğretmenler nasıl davranırdı sana, bu çok önemli?


-Bir kere öğretmenden daha önemlidir, akranının sana nasıl davrandığı.


Offf çok kötü zamanlardı. Öğretmenler de dâhil, insana farklı olduğunu sürekli hissettirirlerdi. Yani üzerinde meraklı sorgulayan inanmaz bakışlarla yaşamak, asıl dert bu. Kimya hocam vardı, en çok sen çalışmalısın derdi, “sizin gibiler çok çalışmalı”. Ben tabi anlamadan bakardım, ne demek ki şimdi bu? İyi not alıyorum ve sınıftan daha iyiyim, ama ben çok daha fazla çalışmalıyım!


-Alevi Sünni oranı neydi Maraş’ın?


Çok az Alevi çoğu Sünni, sanıyorum % 20/80 oranı.


Kürtler Aleviydi…


-% 20 az bir rakam değil ki? Peki, ne kadar Sünni Kürt vardı, Alevi Kürtlerin maddi durumu nasıldı? Sünni Kürtler neler yaptılar katliam sırasında?


-İşin bam teli burada kopuyor, Alevi Kürtlerin durumu Sünni Türklerden daha iyiymiş.


Sünni Kürtler ne mi yaptı?


Onlar da saldırdılar, hatta kaçan Alevilerin peşine, otobüslerin peşine düşüp saldıranlar Sünni Kürtler idi.


-Bundan emin misin?


-Evet, tabi ki eminim.


-Niye peki?


-Çünkü maddi olarak yağmalamadan pay alacaklardı, bir de zaten mezhep meselesi daha belirleyici idi Kürtlerin arasında, bu olguyu değiştiren PKK oldu, o da on yıllar sonra…


Çok açıkça söylüyorum, Maraş’ta Sünni Kürtler Türklerle işbirliği yapıp katliama katıldılar. Evet, Sünni Kürtler idi, bunu ben yaşadım, şahidim. Ama şunu çok iyi biliyorum, Sünni Kürtlerin sayısı azdı, esas çoğunluk Sünni Türkler idi.


Çok iyi hatırlıyorum, o zaman bizim köyün etrafındaki köyler Sünni köylerdi, köyümüzü basacaklar diye çok korkardık.


-Avrupa'daki Pazarcıklı insanlar bu süreci nasıl anlatır? Nasıl anarlar, bugün geçmişe dair tepkileri nelerdir?


-Onlar da böyle biliyorlar, PKK bu mezhep müdahalesinde net bir kırılma yarattı, insanların tavırları değişti, şimdi Kürtler arasında bir dayanışma var, bir bizi aldı, bir başka biz getirdi PKK.


Artık Sünni Kürtler bize saldırmaz, bu demek değildir ki tamamen kaynaştık, zaman zaman önyargıları ortaya çıkar, ama saldırmıyorlar ve zaman zaman da dayanışıyorlar, kimlik gerçeğini biliyorlar artık. Artık o köylüler Avrupa’da bizimle dost olmuş durumdalar…


-Maraş’ta peki?


-Maraş’ta bire bir konuşmuyoruz katliamı, “yaşamak için unutmak gerekir” kuralı geçerli orada, toplumda bazı gerçekleri hatırlatanlara densiz diye bakarlar, bu çok komik, ama gerçeği söyleyene kimi zaman durup dururken husumet çıkaran insan muamelesi yapılır.


Baş edemedi insanlar bununla, sonuçta barışamayınca, tedavinin bir parçası olarak tabuya dönüştü Katliam.


-Şimdi bir şey daha sormak istiyorum, benim gözlemlediğim özellikle Pazarcıklı ve özellikle Alevi Kürtler (Maraşlılar ve Dersimliler) Avrupa’ya bu kadar çok göç etmesinin sebebi nedir sence?


Bu çok önemli, çünkü sosyolojik bir şey olmalı, bu genel bir eğilim, ciddi bir nüfus var karşımızda.


-Pazarcık uzak biraz katliam yerine, ama nedeni neydi, yaşanılanların bıraktığı korku, gerdiği için insanı, bırakıp gitmek güçlü bir duygu. Ama sanıyorum bu kadar da basit değil.


-Olay tam nerede oldu?


-Maraş’ın içinde ve Pazarcık’ın bazı köylerinde oldu.


Yani bu katliamda iz sürmek gibi, günlerce devam ettirilmesi gibi korkunç bir durum yaşandı. Bir nevi insan avcılığı gibi, bu nedenle siyasi iktidarın bilinçli bir politikası olmasa yapılamayacak bir şeydi. Bir anlık, bir gecelik iş değildi Maraş, ki bu da korkunun çok daha kalıcı olması anlamına geldi.


Maraş’tan büyük göçün, özellikle de Kürt ve Alevi göçünün olmasının nedeni budur. Katliam bir gecelik değildi, birkaç saat sürdü, bir anlık güvenlik zafiyetinden oldu, sonra hükümet geldi, güvenlik kuvvetleri geldi, masaya yumruğunu vurdu, kovuşturma yaptı, hesap sordu: Bunların tamamı yalandır.


Planlıydı, Sünniler silahlandırılmıştı, günlerce sürdü, güvenlik güçleri bilinçli olarak geri çekilmişti. Elbette ki resmi güvenlik çekilmişti, onların yerine siviller gelmişti, onlar işin başındaydı anlıyoruz bunu sonradan olanlardan. Katliam başındaki hızından kaybetse de sonrasında iz sürmeye dönüştü: Korku sürekli şiddetlendi, sindirme politikası izlendi. Ortalığa güvenlik kuvvetleri hâkim olduğunda bile, katliama yönelik ciddi bir kovuşturma yapılmadı. Hiçbir şey olmamış gibi yaparak geri dönmek isteyen Alevilerin mallarına bile el kondu. Niye göç edildi? Hem Maraşlı Kürt Aleviler hem de Dersimli Kürt Alevileri örnek veriyorsun dikkat et, sanıyorum sen de anlıyorsun bunu, bilerek soruyor olmalısın… Niye göç ettiler, her iki yer çok farklıydı ama ortak noktaları Katliama maruz kalmalarıydı. Katliamın tarihi ve biçimi farklıdır, kabul, aynıdır niye diyeyim ki? Ama her ikisi de şu ya da bu şekilde katliama maruz kalmışlardı. En kısa yanıt bu, doğru bu, işte bunun için. O insanlara Türkiye’de eksik etek gibi, eksik vatandaş muamelesi yapılıyordu. Üstelik olup bitenlere bakınca, yapılanlar, yapanların yanına kar kalıyordu. Yoksa her iki olay da karanlık değildi, karanlıkta kalmadılar. Mesele olayın örtbas edilmesi değildi, yaşananlar bilinemez değildi. İnsanlar kimin ne yaptığını biliyordu, göz göre göre olmuştu ve o insanlar yani yapanlar –ne fiiliyattakiler ne de bunu planlayanlar- cezalandırılmıyordu. O zaman insan anlıyor ki “vatandaşlık hakların elinden alınmış”. O zaman göç etmek bir çıkış yolu aramak biçimine genel bir eylem biçimi olarak dönüşüyor, bu tavır yerleşiyor.


-Başta Maraşlıların, Alevilerin Avrupa'ya gitmeleri siyasi iktidar tarafından kolaylaştırılıyor, yani gerçek tanıkların bölgeden uzaklaştırılması gibi bir politika olabilir mi? Bunu hiç düşündün mü?


-Ben biliyorum bunu, bizim evlerimize Türkleri yerleştirdiler, sonra siz başka yere gidin dediler Maraş’ta.


Yurtdışına göç konusunda ise… Avrupa çeteleri çoktu, şebekeler vardı. Devletin parmağı var diyorlar, “her şeyini sat, Avrupa’ya git” politikası diye özetlenebilir. Adamlar düpedüz şebeke oluşturmuşlar! Yasadışı yollardan yurtdışına adam gönderiyorlardı. Ama şunu hatırlatayım, o yollarda çok Kürt öldü, kadın çocuk, çok insan öldü o göç yollarında. Yani kolay ve rahat bir şey değildi, bir anda enternasyonal olarak geçerli bir pasaport verilmiyordu bize, yol açıktı ama çok eziyetliydi, hayata yeniden başlamak kolay değildir. Bu şebekeler çoktu Maraş’ta. 10 bin Mark veriyordun, götürüyorlardı.


-Ne zaman öğrendin bunları?


-Ben kendi tecrübelerimi anlatıyorum. Biliyorum, çünkü süreç hakkında tecrübem var, anladığım kadarıyla Pazarcıklılar, Elbistanlılar bu yollardan geldiler. Şebeke yolları ile yani, bu şebekelerin rahat çalışmasına izin varmış, şimdi bunu anlıyorum, sen söyleyince insan düşünüyor ve anlıyor.


-Şu anda kendini nasıl hissediyorsun?


-Çok kötü, ama hüzünlendim bir ara, babamı kendimi anlatırken, olayları yaşadıklarımızı anlatırken. Acı olan şu, üzerine toz kondurmayan büyük millet nutuklarını öğretip, sonra da kendi vatandaşını yarı örtük ama resmi politika olarak desteklenen şebekelerle yurtdışına göndermek: Türkiye’de bazı insanlar utanmıyorlar, bu çok kötü bir şey, anlıyor musun?


-Peki, o zaman “unutma” tavrı bir korunma çabası mı, unutma çabasının ardından neler yatıyor sence? Sizler doğrudan mazlum insanlarsınız, siyasi iktidarın pervasızca saldırdığı insanlar.


-Sağol. Çok teselli ettin.  Evet, bize saldırdılar, büyük politikaları için. Ben hep hissediyorum mağduriyeti. Yaşadıklarımla mücadele etmeye öğrendim ama.


-Kalbimde sizin acınıza büyük ve derin bir saygı var.


Bu olayı incelemem tamamen siyasi iktidarı deşifre etmek ve hakikati ortaya çıkarmak içindir. Bir de tabi şu da var, ben de siyasi iktidarın gadrine uğradım.


-İyi ama mücadele insanı daha mutlu kılmıyor, maalesef.


-Hele çocukluk travmalarından kurtuluş olabilecek bir şey değil, insan yalnızca baş etmeyi öğrenebilir.


-Sadece bir tane olsa, hangisiyle mücadele edeceksin. Baş etmeyi öğrendim ama, “çekmeceme koydum, kapattım.” Almanca da böyle bir deyim var, Türkçe var mı bilmiyorum, Travmaları çekmeceye koydum, “in den Schubladenstecken”.


-Acın acımızdır, çok teşekkür ederim, acını bizimle paylaştın.


-Başka zaman yine anlatırım, istersen Maraşlılara sorayım.


-Eğer sorarsan çok iyi olur.


-Sorarım, hele dayım, bizzat olayların içindeydi ve kurtuldu, sormak iyi olabilir.


-İstediğin zaman dinlemeye hazırım.


-Tamam, iyi geceler.

Vehaber Menu